Görgücülükten Metafiziğe |
‘‘Sir Isaac Newton
der ki, uzay Tanrının şeyleri algılamak için kullandığı bir örgendir.
Ama eğer Tanrı şeyleri algılamak için herhangi bir örgen gereksiniminde
ise, bundan şu çıkar ki şeyler ona bütünüyle bağımlı değildirler, ve ne
de onun tarafından üretilmişlerdir. |
Leibniz görgücülüğün usdışı vargılarını bu düşünce tutumunun kendisi adına çıkarsayıp önüne bırakır. ‘Usdışı’ anlatımı varoluşta usun ulaşamayacağı ve belki de onun kendisinden de güçlü olan birşeylerin olabileceğini düşündürür. Gene de Usun Kavramı sözcüğün tam anlamıyla tüm olgusallık olmanın pekinliğidir, ve bu düzeye dek Usdışı yalnızca ve yalnızca Usun henüz kendi özbilincinden yoksunluğunu, tam gelişmemişliğini anlatır. Bu durumda Usun kendisinden güçlü olabilecek tek şey onun eğitimsizliği olmalıdır. |
Newton kendi tekil örneğinde büyücülüğün pekala pozitivizm ile bilikte gidebildiği olgusunun yeterli görgül kanıtını verirr. Onu Hermetik bir ‘Yerçekimi Tanrısı’ konutlamaya, simyacılığa, boşinanca, büyücülüğe götüren şey usu değil ama usunun özgür işleyişini engelleyen ve kökleri derin bir bilinçaltına gömülü olan kişilik özellikleriydi. Görgücülük mantıksal olarak olanaklı değildir. Olanağı herşeyden önce mantığın bastırılmasını, kuşkuculuğu gerektirir. |
Alexandre
Koyré
|
Alexandre
Koyré XI. Newton ‘‘Plenistler’’ üzerine Newton’un örtülü ve Roger Cotes’un açık saldırısı yanıtsız kalmadı. Kartezyenler sözcüğün gerçek anlamında tepki göstermedilerse de, Leibniz, 1715 Kasımında Galler Prensesine1 [Princess of Wales] yazdığı bir mektupta Cotes tarafından formüle edilen suçlamaları çok değerli mekuplaşmacısına kimi insanların özdekselliği yalnızca ruhlara değil ama giderek Tanrıya bile yükledikleri, Mr. Locke’un ruhun özdeksel-olmayışından ve ölümsüzlüğünden kuşku duyduğu, ve Sir Isaac Newton ve izleyicilerinin Tanrının güç ve bilgeliği konusunda oldukça düşük ve değersiz düşünceler ileri sürdükleri İngiltere’de dinin zayıflaması ve özdekçiliğin ve tanrısız felsefelerin yayılması üzerine kaygılarını anlatarak yanıtladı. Leibniz şöyle yazdı:2
Leibniz’in formüle ettiği türde bir suçlama hiç kuşkusuz çürütülmeden bırakılamazdı. Gene de, bunu kendisinin yapması açıkça Sir Isaac’ın vakar ve düzeyinin altında olduğu için, ve dahası kendisi tüm polemik ve kamu tartışmalarından nefret ettiği için, görev Newton’un ona bağlılığı tartışmasız öğrencisi ve dostu olan, onun Opticks’ini Latince’ye çeviren,3 ve 1697 gibi erken bir tarihte Descartescı Rohault’un Fizik başlıklı kitabının çevirisini Newtoncu dipnotlarla tıka basa dolduran Dr. Samuel Clarke’ın omuzlarına düştü. Uzun süren ve aşırı ölçüde ilginç olan, ancak Leibniz’in ölümüyle sonlanan, ve söz konusu temel sorunların üzerine olduğu gibi iki felsefecinin (Leibniz ve Newton) çatışan konumları üzerine diri bir ışık düşüren bir mektuplaşma doğdu. Böylece, Dr. Clarke İngiltere’de de başka yerlerde olduğu gibi doğal dini bile yadsıyan ve onu bütünüyle bozan kimselerin olması gibi yerinilecek bir olguyu kabul etmesine karşın, bunun düzmece özdekçi felsefelerin yayılmasına bağlı olduğunu açıkladı (ki bunlar ruhun ve giderek Tanrının Leibniz’in sözünü ettiği özdekselleştirilmesinden de sorumluydular); bu insanlarla matematiksel felsefe, özdeğin evrenin en küçük ve en az önemli parçası olduğunu tanıtlayan biricik felsefe yoluyla çok etkili olarak savaşıldığını belirtti.4 Sir Isaac Newton’a gelince, uzayın Tanrının şeyleri algılayabilmek için kullandığı bir örgen olduğunu söylemez, ne de Tanrının onları algılayabilmek için herhangi bir araca gereksinimi olduğunu söyler. Tam tersine, der ki, Tanrı, her yerde olmakla, şeyleri içinde oldukları uzayın kendisindeki dolaysız bulunuşu yoluyla algılar. Ve yalnızca bu algının dolaysızlığını açıklayabilmek içindir ki Sir Isaac Newton — Tanrının şeyleri algılayışını anlığın düşünceleri anlayışı ile karşılaştırarak — sonsuz uzayın deyim yerindeyse her-yerde-bulunan Tanrının sensoriumu gibi olduğunu söyler.4a Newtoncunun
bakış açısından, Leibniz’in Tanrının gücünü ve bilgeliğini onu dünya saatini
onarma ve kurma yükümlülüğü altında tutarak küçültme suçlaması hem haksız
hem de aklanamazdır; tersine, ancak sürekli ve uyanık eylemi yoluyla,
ancak dünyanın kaotik düzensizliğe ve devimsizliğe bozulmasını önlemek
için ona yeni erke bağışlaması yoluyla, Tanrı dünyadaki bulunuşunu ve
kayrasının kutsamasını sergiler. Descartes’ın ya da Leibniz’in Tanrısı,
yalnızca bir kez ve sonsuza dek kurulan ve bir kez ve sonsuza dek değişmez
bir erke miktarı ile donatılan mekanik bir saati varlığında saklamakla
ilgilendiği için, bulunmayan bir Tanrıdan daha iyi birşey olmayacaktı.
Clarke buna göre biraz çirkin bir yolda belirtir ki, dünyanın Tanrının
karışması olmaksızın devinen eksiksiz bir düzeneğe benzetilmesi5
|
Biraz beklenmedik
bir yolda Clarke’ın kendini onun sinsi anıştırmaları karşısında savunma
durumuna düşüren yanıtı ile karşılaşınca, Leibniz ‘‘matematiksel’’ ilkelerin
özdekçiliğin ilkelerine karşıt değil ama onlarla özdeş olduğunu ve Hobbes
tarafından olduğu gibi Demokritos ve Epikürüs tarafından da ileri sürüldüğünü,
eldeki sorunun matematiksel değil ama metafiziksel olduğunu, ve metafiziğin
salt matematik ile karşıtlık içinde yeterli neden
ilkesi üzerine dayandırılması gerektiğini, bu ilkenin, Tanrıya
uygulandığında, zorunlu olarak evrenin tasarlanmasında ve yaratılmasında
Tanrının bilgeliğinin irdelenmesini imlediğini, ve evrik olarak, bu ilkenin
gözardı edilmesinin (Leibniz dosdoğru böyle olduğunu söylemese de,
imlem açıktı ve Newtoncuların durumunu öyle gördü) doğrudan doğruya Spinoza’nın
dünya-görüşüne, ya da öte yandan, Socinianların5a
‘‘günden güne yaşamak’’ zorunda kalacak denli öngörü yoksunu Tanrılarını
yakından andıran bir Tanrı anlayışına götürdüğünü belirterek karşı vuruşunu
yaptı. Newtoncular onlara göre, ve özdekçilerle karşıtlık içinde, özdeğin
başlıca boşluktan oluşan evrenin en az önemli parçası olduğunu belirtirler.
Ama herşeye karşın, Demokritos ve Epikürüs da boş
uzayı tıpkı Newton gibi kabul etmişlerdi, ve eğer dünyada Newton’a
göre olduğundan çok daha fazla özdeğin varolduğuna inanarak ondan ayrılmışlarsa
da, bu bakımdan Newton’a yeğlenebilirdiler; aslında, daha fazla özdek
Tanrı açısından onun bilgelik ve gücünü uygulaması için daha fazla fırsat
demektir, ve gerçekte evrende hiç boş uzayın olmamasının ve evrenin her
yerde özdek dolu olmasının nedeni, hiç olmazsa nedenlerinden biri budur. Ama Newton’a geri dönelim. Dostlarının tüm açıklamalarına karşın, diye yazar Leibniz,6
Ve dünyayı kendine yeterli bir mekanizma yapma ve Tanrıyı bir intelligentia supra-mundana, dünya-ötesi anlık konumuna indirgeme suçlamasına gelince, Leibniz hiçbir zaman böyle yapmadığı, eş deyişle hiçbir zaman yaratılmış dünyanın Tanrının sürekli işbirliğine gereksindiğini yadsımadığı, ama yalnızca dünyanın onarım gerektirmeyen bir saat olduğunu çünkü onu yaratmadan önce Tanrının herşeyi gördüğünü ya da ön-gördüğünü ileri sürdüğü yanıtını verir; ve hiçbir zaman Tanrıyı dünyadan dışlamadığını, ama buna karşın, hasımlarının yapıyor göründükleri gibi, Tanrıyı dünyanın ruhuna dönüştürmediğini ekler. Aslında, eğer Tanrının zaman zaman dünyanın doğal gelişimini düzeltmesi gerekiyorsa, bunu ya doğaüstü araçlarla, eş deyişle bir tansık yoluyla yapabilir (ama doğal şeyleri ve süreçleri tansıklar yoluyla açıklamak saçmadır), ya da doğal bir yolda yapabilir: bu durumda Tanrı doğada kapsanır ve anima mundi, dünyanın ruhu olur. Son olarak,7
Yoksa uyruklarını
hiçbir zaman yasalarını çiğnemeyecekleri denli iyi eğitmiş bir Prensin
yalnızca adda bir Prens olduğunu söylememiz gerekecektir. Leibniz’in kendi eleştirisine yanıtını okuduktan sonra, Dr. Clarke’ın bir yanıt vermek zorunda kaldığını duyumsaması pek şaşırtıcı değildir: Leibniz’in anıştırmaları çok fazla hasar yaratıcı,8 tonu çok fazla üstündü, ve dahası Newton tarafından biraz iveğen ve belki de talihsiz bir yolda kullanılmış olan ‘‘sensorium’’ teriminin imlemleri üzerinde diretmesi Clarke’ın Leibniz’i son sözü söylemiş olma durumunda bırakmasına izin vermeyecek denli rahatsız ediciydi.
Böylece baştan başlayarak, Clarke9 ‘‘matematiksel felsefenin ilkeleri’’nin hiçbir biçimde özdekçiliğin ilkeleri ile özdeş olmadıklarını, ama tam olarak dünyanın salt doğalcı bir açıklaması olanağını yadsımalarında ve özgür ve anlıklı bir Varlığın amaçlı eylemi tarafından yaratılışını konutlamalarında — ya da kanıtlamalarında — onlarla kökten bir karşıtlık içinde olduğunu açıklar. Ve Leibniz’in yeterli neden ilkesine başvurusuna gelince, hiçbirşeyin yeterli neden olmaksızın varolmadığı doğrudur: hiçbir nedenin olmadığı yerde, hiçbir etki de yoktur; gene de sözü edilen yeterli neden olsa olsa Tanrının istenci olabilir. Böylece, örneğin eğer biri niçin bir özdek dizgesinin ya da belli bir özdek parçasının bir yerde ve bir başkasının bir başka yerde yaratıldığını, ve niçin bunun tersinin yapılmadığını irdelerse, bunun için Tanrının arı istencinden başka hiçbir neden olamaz. Eğer böyle olmasaydı — eş deyişle, eğer yeterli neden ilkesi Leibniz’in yaptığı gibi saltık olarak alınsaydı — ve eğer bu istenç tıpkı bir terazinin belli bir ağırlık tarafından döndürülmedikçe devinememesi gibi hiçbir zaman bir neden tarafından önceden belirlenmedikçe davranamıyor olsaydı, Tanrının hiçbir seçme özgürlüğü olmaz, ve bu özgürlüğün yerini zorunluk alırdı. Gerçekte, Dr. Clarke’ın kurnazlıkla ileri sürdüğü şey Leibniz’in aslında Tanrıyı tüm özgürlükten yoksun bıraktığıdır. Böylece Leibniz Tanrıya sınırlı bir özdek niceliğini yaratmayı yasaklar ... ve gene de aynı uslamlama yoluyla insanların ya da ne olursa olsun herhangi bir yaratık türünün sayısının sonsuz olması gerektiği tanıtlanabilirdi (ki hiç kuşkusuz dünyanın bengiliğini ve sonsuzluğunu imleyecektir). Tanrıya (Newton’un Tanrısına) gelince, ne bir intelligentia mundana, ne de bir intelligentia supra-mundanadır; ne de bir anima mundidir, ama öyle bir anlıktır ki her yerdedir, dünyada ve dünyanın dışındadır, herşeydedir ve herşeyin üstündedir. Ve Leibniz’in diretmeyi sürdürmesine karşın, hiçbir örgeni yoktur.10
Dahası, Newton yerin bir sensorium olduğunu söylemez, ama Tanrının gerçekten ve etkili olarak kendilerinde şeyleri oldukları yerde algıladığını belirtebilmek için yalnızca karşılaştırma amacıyla onu böyle adlandırır, çünkü onlar için bulunur ve salt aşkın değildir, etkindir, biçimlendirir ve yeniden-biçimlendirir (bu son terim, tıpkı ‘‘düzeltme’’ terimi gibi bizim açımızdan, ya da Tanrının işleri açısından anlaşılmalıdır, Tanrının tasarlarında bir değişimi imliyor olarak değil): böylece eğer11
bizim açımızdan ya da kendisi açısından yeni olacaktır, bengi tasarı olayların normal gidişinde tam böyle bir karışmayı imlemiş olan Tanrının kendisi açısından değil. Tanrıya bunu yapmayı yasaklamak, ya da Tanrının dünyadaki tüm eyleminin tansıksal ya da doğaüstü olduğunu bildirmek Tanrıyı dünyanın hükümetinden dışlamak demektir. Olabilir ki, diye kabul eder Clarke, bu durumda Tanrı gene de onun Yaratıcısı olarak kalabilir; hiç kuşkusuz bundan böyle onun yöneticisi olmayacaktır. Dr. Clarke’ın ikinci yazısı Leibniz’i kızdırdı. Niçin, diye yakındı, bu önemli ilkeyi, hiçbirşey başka türlü değil de böyle olması için yeterli bir neden olmaksızın yer almaz ilkesini olguda değil ama yalnızca sözlerde kabul ederler? Dahası, olgusal saltık uzaya, kimi modern İngilizlerin o putuna (Bacon’ın anlamında) karşı onun kendi tanıtlamalarından birini bana karşı kullanırlar. Leibniz hiç kuşkusuz haklıdır: Tanrının istenci, böyle olarak, herhangi birşey için yeterli bir nedendir demek — Clarke’ın dediği gibi — , aslında ilkeyi reddetmektir, ve ayrıca onu destekleyen eksiksiz ussalcılığı da reddetmektir. Ve türdeş, sonsuz, olgusal uzay anlayışını Tanrının özgür (eş deyişle, güdüsüz, usdışı) istencinin birşey için ‘‘yeterli bir neden’’ olarak görülebileceğinin ve görülmesi gerektiğininin bir kanıtı olarak kullanmak insan usuna hakaret etmektir; ve Leibniz’i uzay sorununu tartışmaya zorlamaktır (ki bu konuda çok fazla istekli değildi):12
Tüm bunlar, bildiğimiz gibi, eksiksiz olarak doğrudur. Gene de Leibniz’in Newtoncu ya da daha genel olarak saltıkçı uzay anlayışını eleştirisi onu savunanların uzayın parçalardan — partes extra partes — oluştuğunu yadsıdıklarını ve tersine onun bölünemez olduğunu ileri sürdüklerini unutur. Leibniz şunu ileri sürmede de eksiksiz olarak haklıdır:13
Gene de Leibniz tarafından ve Clarke tarafından varsayımsal olarak kabul edilen aynı olaylardan çıkarılan vargılar yüz seksen derece karşıttır. Leibniz bu durumda, eş deyişle, seçim için nedenlerin yokluğunda, Tanrının davranamayacak olduğuna inanır; ve evrik olarak, seçme ve davranma olgusundan, temel önsavın, eş deyişle saltık bir uzayın varoluşunun reddedilişi sonucunu çıkarır, ve uzayın, devim gibi, salt göreli olduğunu, ya da daha da ötesi, cisimlerin birarada varoluşlarının düzeninden başka birşey olmaldığını ve eğer hiçbir cisim olmasaydı varolmayacağını ileri sürer, tıpkı zamanın şeylerin ve olayların ardışıklık düzeninden başka birşey olmaması, ve eğer düzenlenecek şeyler ya da olaylar olmasaydı varolmayacak olması gibi. Öte yandan, Newtoncu ise Tanrının özgürlüğü vargısını çıkarır, eş deyişle, Tanrının seçim ve eylemi için belirleyici bir neden ya da güdünün zorunlu olmadığını ileri sürer. Leibniz için hiç kuşkusuz bu güdüsüz seçim bulanık ilgisizliktir ve gerçek özgürlüğün aykırısıdır; ama Newtoncu için, zorunluk ile anlamdaş olan şey Leibniz’in Tanrısının saltık olarak güdülü olan eylemidir. Newtoncular kendi başına bırakıldığında evrenin güdülendirici kuvvetinin azalacağını ve sonunda yiteceğini ileri sürerler. Ama, diye karşı çıkar Leibniz,14
Newtoncular Leibniz’in onların doğayı sürekli bir tansık yaptıkları önesürümüne karşı çıkarlar. Ve gene de, eğer Tanrı özgür bir cismi herhangi bir başka yaratık tarafından üzerinde etkide bulunulmaksızın durağan bir özek çevresinde döndürmeyi istemiş olsaydı, onu bir tansık olmaksızın başaramazdı, çünkü böyle bir devim cisimlerin doğası tarafından açıklanamaz. Çünkü özgür bir cisim doğallıkla teğeti boyunca eğri bir çizgiden uzağa devinir. Böylece cisimlerin karşılıklı çekimi doğaları tarafından açıklanamadığı için tansıksal birşeydir. Bundan sonra tartışma genişler ve derinleşir. Yazılar giderek daha da uzun olmaya başlar. Küçük bir çarpışma siperlerde sürdürülen bir savaşa gelişir. Leibniz ve Clarke gürültü patırtıyla birbirlerinin üzerine giderler. Hiç kuşkusuz, büyük bir düzeye dek yalnızca aynı uslamlamaları yineler ya da inceltirler — felsefeciler, daha önce dediğim gibi, ancak çok seyrek olarak birbirlerini inandırabilirler, ve iki felsefeci arasındaki tartışma sık sık bir ‘‘sağırlar diyaloğunu’’ andırır — ve gene de adım adım açık alana çıkarlar ve temel sorunlar adım adım ortaya serilir. |
Böylece, örneğin üçüncü yazısında Dr. Clarke Tanrıyı katı güdülenme yasasına altına getirmenin ve Onu iki özdeş durum arasında bir seçim yapma yetisinden yoksun bırakmanın saçmalık olduğunu söyleyerek Leibniz’e yeniden karşı çıkar. Gerçekten de, Tanrı şurada olmaktan çok burada bir özdek parçası yarattığı zaman, ya da üç özdeş parçayı şu değil de bu düzende yerleştirdiği zaman, bunu yapmak için arı istenci dışında hiçbir nedeni olamaz. Durumların eksiksiz eşdeğerliği — ki özdeksel parçacıklar ve uzayın eşbiçimliliği arasındaki özdeşliğin bir sonucudur — nasıl saltık, olgusal ve sonsuz bir uzayın varoluşuna bir karşıçıkış olamazsa, Tanrının seçme özgürlüğünü yadsımak için de bir neden değildir. Ve Tanrı ile saltık uzayın Leibniz tarafından yanlış temsil edilen ilişkisine gelince, Clarke Newton’a, eş deyişle More’a ait doğru öğretiyi bildirir:15
Güçlüklere ve saçmalıklara götüren şey Newton’un saltık uzayı kabulü değil ama Leibniz’in onu yadsımasıdır. Gerçekten de, eğer uzay yalnızca göreli olsaydı, ve şeylerin düzeninden ve düzenlenişinden başka hiçbirşey olmasaydı, o zaman yalnızca bir cisimler dizgesinin bir yerden bir başkasına (örneğin, dünyamızın en uzak durağan yıldızların bölgesine) aktarılması bile hiçbir değişim anlamına gelmez, ve bundan iki yerin aynı yer olacakları sonucu çıkardı. ...16 Yine aynı çıkış noktasına göre, eğer Tanrı bütün dünyayı doğru bir çizgide devindirecek olsaydı, o zaman, bu devimin hızı ne olursa olsun, dünya aynı yerde kalır ve eğer o devim birdenbire dursaydı hiçbirşey olmazdı.17 Ve eğer zaman yalnızca bir ardışıklık düzeni olsaydı, o zaman bundan şu çıkardı ki, eğer Tanrı dünyayı milyonlarca yıl önce yaratmış olsaydı bile, gene de dünya aynı zamanda yaratılmış olurdu. Birazdan Leibniz’in Dr. Clarke’ın uslamlamalarında nelere karşı çıkacağını göreceğiz (onları anlamsız bulacaktır); bize gelince, hiçbir biçimde ilk bakışta görünebilecekleri denli saçma olmadıklarını kabul etmemiz gerekir; yalnızca Leibniz’in temel olarak bağlı kaldığı ana felsefi-tanrıbilimsel gelenek ile biçimsel bir kopmayı (daha önce Henry More’un yaptığı) temsil ederler ya da imlerler: Newtoncular, bildiğimiz gibi, uzay ve zamanı yaratılışa değil ama Tanrıya bağlarlar, ve Tanrının bengilik ve enginliğini ilksiz-sonsuzluk ve uzaysal sonsuzluk ile karşıtlık içine koymaz, ama tersine onları özdeşleştirirler. Clarke böylece şu açıklamada bulunur:18
Gerçekten de hiçbirşey orada olmaksızın etkide bulunamaz; giderek Tanrı bile: uzaktan hiçbir eylem yoktur; giderek Tanrı için bile. Gene de Tanrı her yerde ‘‘orada’’ olduğu için, her yerde etkide bulunabilir ve bulunur, ve dolayısıyla Leibniz’in aykırı önesürümüne karşın, tansık olmaksızın, ama Kendisinin — ya da bir yaratığın — eylemi yoluyla bir cismin teğetten sapmasını sağlayabilir, ve giderek bir cismi teğet boyunca uzaklaşıp gitmek yerine durağan bir özek çevresinde döndürebilir; bu etkiyi üretebilmek için Tanrının kendisinin mi yoksa bir yaratık yoluyla mı davrandığının hiçbir önemi yoktur: her iki durumda da bu Leibniz’in ileri sürdüğü gibi bir tansık olmayacaktır. Açıktır ki, Clarke için Leibniz’in önesürümü — tıpkı dünyadaki devindirici gücün azalmasını ‘‘eksiklik’’ olarak reddedişi gibi — doğanın zorunlu kendine-yeterliği sayıltısı üzerine dayanır; bir anlayış ki, bildiğimiz gibi, onu Tanrıyı dünyadan dışlamanın bir aracı olarak gören Newtoncular için hiçbir biçimde kabul edilebilir değildir. Ama geriye Clarke’ın Leibniz’in uzay kavramına karşıçıkışına dönelim. Samuel Clarke’ın ilk uslamlaması çok iyi değildir, çünkü imgelediği yerdeğişimi yalnızca saltık olmamakla kalmayacak, ama durağan yıldızlar öbekleşmesi ile göreli de olacaktır. Ama ikincisi eksiksiz olarak geçerlidir: Newton fiziğinin sonsuz evreninde herhangi bir cisim, her cisim belli bir yönde biçimdeş, doğrusal bir devim taşıyor — ya da taşımıyor — olarak görülebilir, ve gerçi iki durum hiçbir biçimde birbirinden ayırdedilemez olsalar da, birinden ötekine geçişe çok belirli etkiler eşlik edecektir. Ve eğer devim biçimdeş değil ama ivmeli olsaydı, giderek onu algılamayı bile başarabilirdik (eğer devim ve uzay yalnızca göreli olsalardı olmayacak olan birşey): tüm bunlar Newton’un süredurum ilkesinin kaçınılmaz sonucudur. Clarke hiç kuşkusuz burada durmaz. Onun için — Bentley ya da Raphson için de olduğu gibi — özdek ve uzayın köktenci ayrımı evrenin olanaklı ve belki de giderek olgusal sonluluğuna inancı imler. Gerçekten de niçin uzayın öylesine küçük bir parçasını kaplayan özdek sonsuz olsun? Niçin, tersine, Tanrının yalnızca bu dünyanın kendisi için, Tanrının onu yaratmadaki amaçlarının gerçekleşmesi için gerekli olduğu ölçüde belirli bir özdek miktarını yarattığını kabul etmeyelim? |
Leibniz’in dördüncü yazısı bizi doğrudan doğruya en derin metafiziksel sorunlara götürür. Leibniz enson gücünü kullanarak yeterli neden ilkesinin saltık tüm-erkliğini ileri sürerek başlar: seçim olmaksızın hiçbir eylem, belirleyici güdü olmaksızın hiçbir seçim, çatışan olanaklar arasındaki bir ayrım olmaksızın hiçbir güdü olamaz; ve öyleyse — olağanüstü önemi olan bir doğrulama — dünyada hiçbir iki özdeş nesne, ya da eşdeğerli durum olgusal ya da giderek olanaklı bile değildir.19 Uzaya gelince, Leibniz eşit ölçüde güçlü olarak uzayın cisimlerin bir işlevi olduğunu, ve eğer hiçbir cisim olmasaydı hiçbir uzayın da olmayacağını yeniden ileri sürer.20
Bu hiç kuşkusuz Leibniz’e göre, dünyanın ‘‘dışındaki’’ ‘‘imgesel’’ uzaydan söz eden ortaçağ felsefecilerinin sandıkları gibi, dünya ve uzayın her ikisinin de uzamda sınırlı oldukları anlamına gelmez; tersine, boş uzayın, ister dünyanın dışında isterse içinde olsun, salt bir uydurma olduğu anlamına gelir. Uzay her yerde doludur; gerçekten de,21
Dahası, boş uzay düşüncesi metafiziksel olarak olanaksız bir düşüncedir, ve ona karşı Leibniz Descartes’ın Henry More’a karşı yönelttiklerine andırımlı ve büyük bir olasılıkla onlardan türetilmiş karşıçıkışlar getirir:24
Bu usauygun bir sorudur, ama öyle bir soru ki, Henry More tarafından daha önceden verilen ama Leibniz’in gözardı etmeyi seçtiği bir yanıtı vardır; buna göre şöyle sürdürür:25
Elbette hayır; hiç kuşkusuz töz olmaksızın hiçbir yüklem yoktur; ama, bildiğimiz gibi, ‘‘Yazar’’ için o töz Tanrıdır. Leibniz bunu kabul etmez, ve saltıkçı anlayışın kaba sonuçlarını geliştirir:26
Bildiğimiz gibi, bu tam olarak Newton ya da Henry More yandaşlarının ileri sürdükleri şeydir — hiç kuşkusuz uzayın Tanrının ‘‘yanısıra’’ birşey olduğunu yadsıyarak. Ama öğretileri, Leibniz’e göre, çelişkiler imler:27
Kesinlikle hayır; Leibniz kendi uzay anlayışı — bir nicel ilişkiler kafesi — ve uzayı onda keşfedilebilecek tüm ilişkileri önceleyen ve olanaklı kılan bir birlik olarak gören Newton’unki arasındaki ayrımı anlamaz. Ya da, daha büyük bir olasılıkla, Leibniz’in anlamadığı birşeyin olduğuna inanmak oldukça güç olduğu için, Newton’un anlayışını anlar ama kabul etmez. Böylece şunları yazar:28
Dr. Clarke’ın örneklerine ve ‘karşı’-karşıçıkışına gelince, Leibniz üzerlerinde pek fazla durmaz. Böylece etkin güçlerin dünyada kendiliklerinden azaldığını düşleyenlerin doğanın birincil yasalarını bilmediklerini, Tanrının dünyayı doğru bir çizgide devindirdiğini imgeleyenlerin onu bütünüyle anlamsız birşeyi yapmaya, hiçbir mantığı olmayan bir eylemde, eş deyişle Tanrıya yüklenmesi olanaksız bir eylemde bulunmaya zorladıklarını yeniden ileri sürer. Son olarak, Clarke’ın doğal birşey olarak sunmaya çalıştığı çekim söz konusu olduğunda, Leibniz yineler:29
Leibniz’in yeterli neden ilkesine yineleyerek başvurması, söylemeye gerek yok ki, Clarke’ı inandırmayı ya da giderek yatıştırmayı bile başaramadı. Tam tersine, ona en kötü kaygılarını doğruluyor göründü. Dördüncü yanıtta şunları yazar:30
kendini belirleyen bir etmen olan özgür ve anlıklı bir varlık ile, son çözümlemede her zaman edilgin olan salt bir düzenek arasında Leibniz tarafından gözardı edilen ayrılıkta yatar. Eğer Leibniz bir özdeş nesneler çokluğunun olanaksızlığı konusunda haklı olsaydı, hiçbir zaman hiçbir yaratılış olanaklı olmazdı; özdeğin gerçekten de tek bir özdeş doğası vardır, ve her zaman parçalarının aynı boyut ve betiyi taşıdıklarını varsayabiliriz.31 Başka terimlerde: atomik kuram Leibniz’in anlayışı ile bütünüyle bağdaşmazdır; ki, hiç kuşkusuz, eksiksiz olarak doğrudur. Leibniz için dünyada birbiri ile özdeş iki nesne olamaz; dahası, Leibniz de Descartes gibi son, bölünemez, sert özdek parçacıklarını yadsır ki onlarsız Newton fiziği tasarlanamazdır. Leibniz’in uzayı (ve zamanı) dünya ile bağlaması, ve boş uzayın ve ‘‘boş’’ zamanın kurgusal (imgesel) ırasını ileri sürmesi Clarke’a baştan sona usaaykırı görünür; ve ayrıca tehlike dolu. Bütünüyle açıktır ki32
Zaman açısından da bu böyledir:33
Tanrının dünyaya devim vermesi olanağının yadsınması daha fazla inandırıcı değildir:34
Leibniz’in boş uzay kavramını eleştirisi, Clarke için, doğasının tam bir yanlış anlayışı üzerine ve metafiziksel kavramların kötüye kullanımı üzerine dayanır:35
Böylece Tanrının bir yüklemi olarak uzayın varlıkbilimsel konumunu saptadıktan sonra, Clarke onun Tanrıya yüklenmesinin Onun eksiksizliği üzerinde bir leke oluşturmadığını kanıtlamaya geçer: böylece uzay Tanrıyı bölünebilir yapmaz. Cisimler bölünebilir, eş deyişle, parçalara ayrılabilirdir,36
Devimin bir önkoşulu olan şey bu uzaydır; ve sözcüğün gerçek ve tam anlamında devim saltık devimdir, eş deyişle, içinde yerlerin, gerçi eksiksizce benzer olsalar da, gene de ayrı oldukları bu uzay açısından devimdir. Bu devimin olgusallığı aynı zamanda saltık uzayın olgusallığını tanıtlar:38
Zaman sorunu tam olarak uzay sorununa koşuttur:39
Clarke’ın uslamlaması çok aşındırılmış bir patikayı izler: sonsuzluk zorunluk imler, ve öyleyse40:
Böylece şunu bir kez daha görürüz: Saltık uzayın Tanrının bir yüklemi olarak ve herşeyin evrensel kabı ya da alıcısı olarak kabulü özdeğin sonsuzluğundan, eş deyişle kendine-yeterliğinden kaçmanın ve yaratılış kavramını kurtarmanın aracı, biricik aracıdır:41
Tanrıyı dünyaya gömülü ve böylece — Leibniz’in anıştırdığı gibi — dünyaya bağımlı yapmaktan uzak, Newtoncu anlayış, Clarke’a göre, Onu ondan tam olarak ve gerçek olarak bağımsız yapan biricik anlayıştır; tam olarak ve gerçek olarak özgür:42
Ve Tanrının dünyadan tam bu bağımsızlığı nedeniyledir ki43
Son olarak, Leibniz’in Newton’un çekim kuramını yanlış anlamada ve onu bir tansık yapmada diretmesine geri dönerek, Clarke (ki Leibniz’in birbirleri ile iletişimsiz ve etkileşimsiz anlık ve beden arasındaki ‘‘önceden-saptanmış uyum’’ kuramının sürekli bir tansık imlemek için çok daha fazla hakkı olduğunu belirtmişti) şu açıklamada bulunur:44
Gerçekten de, tüm aracı kendilikleri olumsuzlaması ile, ve dolayısıyla özdeksel doğayı kendini-sürdüren ve kendini-destekleyen arı bir düzeneğe indirgemesi ile, yalnızca ve yalnızca anlık ve beden arasına katı bir ikicilik getiren Descartes-Leibniz bakış açısından doğaya düzeneksel-olmayan ve dolayısıyla özdeksel-olmayan aracıların karışması bir tansık olur. Clarke için, ondan önce Henry More için olduğu gibi, bu ikicilik hiç kuşkusuz kabul edilemezdir. Özdek doğanın bütününü oluşturmaz, ama yalnızca onun bir parçasıdır. Doğa, öyleyse, hem düzeneksel (stricto sensu) hem de düzeneksel-olmayan, hem salt düzeneksel hem de ‘‘doğal’’ kuvvet ve aracılıkları kapsar ki, özdeksel-olan ve özdeksel-olmayan bu kendilikler uzayı ‘‘doldurur’’ ve ona yayılırlar ve onlarsız dünyada hiçbir birlik ya da yapı olmaz, ya da daha iyi bir deyişle, bir dünya olmazdı. Dünya hiç kuşkusuz hayvan gibi bir örgenlik değildir, ve bir ‘‘ruh’’u yoktur. Gene de, Descartes’a karşın, salt düzeneğe indirgenemez, tıpkı hayvanın da indirgenemeyeceği gibi. Dr. Clarke’ın (savunulamaz) konumunu güçlü (ya da, Leibniz’in bakış açısından, dikkafalı) savunusu; Leibniz tarafından onun öncüllerinden çıkarsanan (saçma ve zararlı) sonuçları — uzayın bengiliği — kabul etmemekle ve üstelik uzayın (ve zamanın) Tanrının zorunlu ve yaratılmamış yüklemleri olduğunu açıkça bildirmekle onların da ötesine geçerek sergilediği kendini bilmezlik; Leibniz’in en yüksek eksiksilik derecesinde olan ve Kendi en yüksek bilgeliği ile uyum içinde (eş deyişle, Onun tarafından sonsuz sayıda olanaklı evren arasında hiçbir yanılgı olmaksızın saptanan saltık olarak en iyi evrenin gerçekleşmesi uğruna) olmaksızın davranamayan Tanrısının en yüksek özgürlüğünü eksiksiz bir düzeneğin yazgıcılığı, zorunluğu ve edilginliği ile özdeşleştirerek onun yeterli neden ilkesini yanlış yorumlamada ve yanlış sunmada diretmekle gösterdiği içgörü yoksunluğu (ya da hainlik) — tüm bunlar Leibniz’i karşıtının çürütülmesi için, ve görüşlerine yüklediği çarpık imgenin düzeltilmesi için daha da çok yazması ve daha da büyük çabalara girişmesi gerektiğine inandırdı. Böylece Leibniz tarafından Gal Prensesine sunulan beşinci (ve son) yazı uzunca bir inceleme oldu ki, tam bir çözümlemesi bizi konumuzdan çok uzaklara götürecektir. Yazının bir yanda zorlamaksızın eğilim gösteren ve böylece öznenin kendiliğindenlik ve özgürlüğünü sürdüren bir güdü ile öte yanda etkisini zorunlu olarak üreten olgusal bir neden arasındaki ayrımın, ve tam olarak güdülenmiş bir eylemin ahlaksal — eş deyişle, özgür — zorunluğunu bir düzeneğin özgür-olmayan ve edilgin zorunluğundan ayıran sonsuz uzaklığın hayranlık verici bir açıklaması ile başladığını belirtmek bizim için yeterlidir. Özgürlük gerçekten de Leibniz için, tıpkı felsefecilerin çoğu için olduğu gibi, iyi olanı, ya da en iyi olanı yapmak, ya da yalnızca birinin yapmayı istediğini yapması değil ama yapması gerekeni yapması demektir.45 Sıradan insanlar — ve Newton onlardan daha iyi değildir — ne yazık ki bu ayrımı göremezler; Tanrının eyleminin saltık belirlenimindeki özgürlüğü anlamazlar. Bu yüzden, sıradan insanlar ve tanrıbilimciler felsefecileri zorunluktan yana özgürlüğü reddetmekle suçlarlar, ve Tanrıya hiçbir biçimde Ona yaraşmaz eylemler yüklerler. Ama açıktır ki Tanrıdan amaçsız usdışı bir yolda davranmasını istemek sağduyuya uygun değildir, üstelik, sözcüğün sağın anlamıyla konuşursak — herşeyden-güçlü olmakla — böyle bir eylemi yerine getirmeye yetenekli olsa bile:46
Ve hiç kuşkusuz dünyayı doğru bir çizgide devindirmek ‘‘onun Bilgeliğine’’ daha da az uygundur — aslında, Tanrı niçin böyle anlamsız birşey yapsın?47
Leibniz bunu önceki yazısında ve üstelik daha güçlü terimlerle daha önce söylemişti. Gene de, o yazıda bize bu tür devimi yadsımak için tüm nedenlerini söylemedi. Tam olarak en önemlisinden, yani böyle bir devimin gözlemlenemez olmasından söz etmedi. Bütünüyle açıktır ki, eğer gözlemlenebilirlik ilkesini kabul edersek, saltık devim, ya da en azından gözlemlenemez olduğunu herkesin kabul ettiği doğru bir çizgide saltık biçimdeş devim anlamsız olarak bir yana atılacak, ve yalnızca göreli devim kabul edilebilir olacaktır. Gene de bu durumda, Newton’un hiçbir cismin başkalarına ne olduğuna bakılmaksızın kendi dinginlik ya da biçimdeş devim konumunda kaldığını, ve başka hiçbir cisim varolmasaydı ya da tümü de Tanrı tarafından yokedilselerdi bile kendi devim ya da dinginlik durumunda kalacağını bildiren süredurum ilkesi formülasyonunun anlamsız olarak ve dolayısıyla olanaksız olarak reddedilmesi gerekecektir. Ama süredurum ilkesi ancak böyle bir durumda tam olarak geçerli olduğu için, yalnızca Newton’un onu formülasyonu değil, ama ilkenin kendisi anlamsız olur. Bunlar önemsiz görünen bir ilkenin görelilik konusundaki son tartışmalar tarafından tam olarak doğrulanan, ama gerçekte XVII’nci yüzyılın büyük ölçüde unutulan tartışmalarının bir arka-etkisi olan oldukça önemli olan sonuçlarıdır. Leibniz hiç kuşkusuz her bir devimin, tüm devimlerin edimsel olarak gözlenmesini gerekli görmez; gene de, ona göre, gözlenmeleri olanaklı olmalıdır, ve bu oldukça şaşırtıcı bir nedenle böyledir, bir neden ki Leibniz’in Newton’a karşıtlığının derinliğini, ve modern bilimin reddetmek ve reformize etmek için öylesine sıkıntılara girdiği eski Aristotelesci anlayışlara bağlılığını gösterir: Leibniz için gerçekten de devim henüz bir değişim olarak kavranır, bir konum olarak değil:48
Gözlenebilirlik ilkesi devim ve uzayın göreli karakterini doğrular. Ama ilişkilerin — bir başka önemli bildirim — ‘‘olgusal’’ değil ama ancak ‘‘ideal’’ bir varoluşları vardır. Öyleyse,49
Skolastikler, işin gerçeğini söylemek gerekirse, bütünüyle başka birşey demek istediler, ve Leibniz onu herkesten daha iyi bilir: onlar dünyayı sonlu olarak tasarladılar ve dünyanın dışında olgusal uzayın (ve zamanın) varoluşunu yadsımayı istediler — oysa Leibniz, tersine, evrenin sınırlanışını yadsır. Ama bir anlamda onlara başvurmada haklıdır: çünkü hem zaman hem de uzay dünya-içidir ve yaratılmış dünyanın dışında — ya da ondan bağımsız olarak — hiçbir varoluşları yoktur. Gerçekten de, zaman nasıl olur da kendinde birşey, olgusal ya da giderek bengi birşey olabilirdi?50
Gene de ya zamanın sonsuzluğunu, eş deyişle, dünyanın bengiliğini, ya da sonlu bir evrenin olanağını kabul etmek zorunda kalmamak için, uzay ve zaman arasındaki koşutluğu uygunsuz olarak vurgulamamalıyız:51
Newtoncular hiç kuşkusuz bu Leibniz ‘‘belitlerini’’ kabul etmezler (ve kabul etmemek için çok iyi nedenlerinin olduğunu, çünkü bu belitlerin fiziklerinin asıl temellerini yıktıklarını az önce gördük), ve saltık uzayı onu Tanrı ile ilişkilendirerek kurtarmaya çalışırlar. Leibniz buna göre bize daha önce formüle edilen karşıçıkışlarını anımsatır ve umutla sonunda karşıtını (ya da hiç olmazsa Gal Prensesini) boş uzaya saltık bir varoluş vermenin nasıl bütünüyle olanaksız olduğuna inandırmayı başaracağını yineler.52
Leibniz’in Clarke’a karşı tam olarak Henry More’un Descartes’a karşı kullandığı aynı uslamlamaları kullandığını görmek oldukça eğlendiricidir. Ama sürdürelim:53
Hiç kuşkusuz, en azından eğer geleneksel Skolastik tasarımları izlersek. Ama Newtoncular, bildiğimiz gibi, bu terimleri yeniden yorumlar ve kesinlikle Tanrının enginliğini sonsuz uzam ile ve Tanrının bengiliğini sonsuz süre ile özdeşleştirirler. Buna göe herşeyi onun özüne koymak zorunda olmaksızın herşeyin Tanrıda olduğunu kabul edeceklerdir. Ama Leibniz diretir:54
Bir kez daha, Newtoncular ‘-de’ ilgecinin açıkça iki ayrı anlamda alındığı, ve hiç kimsenin hiçbir zaman o yüklemin uzaysal bir ilişki olarak bir tözde olduğu yorumunu getirmediği, dahası, Tanrıda Onun tözü ve Onun gücü arasında bir ayrılık olduğunu kabul etmeyerek ve dolayısıyla Onun her yerde tözsel bulunuşunu ileri sürerek Tanrının herkesin kabul ettiği her-yerde-bulunuşundan ve Tanrının yine herkesin kabul ettiği yalınlığından doğru bir vargı çıkardıkları yolunda karşı çıkacaklardır. Leibniz’in şu savını yadsıyacaklardır:55
|
Hiç kuşkusuz korumaz. Ama Newtoncular için tam olarak uzay ve zamanın şeylere ait olmadıkları, şeylerin varoluşu üzerine dayalı ilişkiler de olmadıkları, ama içinde şeylerin ve olayların yerlerini taşıdıkları ve yer aldıkları bir çatı olarak Tanrıya ait oldukları anlamına gelir. Leibniz hiç kuşkusuz bunu bilir, ama bu anlayışı kabul edemez:56
Gene de, Leibniz kendi konumunun güçlükler içerdiğini bilir (bunlar yalnızca ona özgü değil, ama bütün skolastik geleneğe aittirler): eğer uzay ve zaman yalnızca dünya-içi kendilikler iseler, ve Yaratılıştan önce varolmadılarsa, dünyanın yaratılışının Tanrıda değişime yol açtığını varsaymamız gerekmez mi; ve yaratılıştan önce, Onun ne engin ne de her-yerde-bulunan olmadığını? Bu yüzden, Tanrı, Leibniz’in kendi anlayışında, yaratıklar üzerine bağımlı değil midir? Leibniz buna göre şunları yazar:57
Eksiksiz bir yanıt.
... Ne yazık ki Newtoncu onu kabul etmeyecek ve diretecektir ki, hiç kuşkusuz
Tanrı varolmayan şeylerle birlikte bulunamasa da, onların varoluşları
ya da varolmayışları bu şeylerin bir kez yaratıldıktan sonra Tanrı ile
birlikte varolacakları yerlerde Tanrının daha çok ya da daha az bulunmasına
yol açmayacaktır.
Dr. Clarke bir kez
daha yanıt verdi. Söylemeye gerek yok ki, inandırılmış değildi. Leibniz’in
ince ayrımları Tanrısının katı ve kaçılamaz bir belirlenimcilik altında
durduğu biçimindeki apaçık olguyu gizlemeyi başaramadı. Tanrısı yalnızca
tinsel bir varlığa ait olan gerçek özgürlükten değil, ama giderek (dahası,
Leibniz Clarke’a ikisini karıştırıyor göründü) hayvansal bir varlığa ait
kendiliğindenlikten bile yoksundu: Saltık bir zorunluk tarafından zincire
vurulu katıksız bir düzenekten daha ötesi değildi. Eğer Dr. Clarke’ta
şeyleri önceden görme yeteneği olsaydı, şunu söylerdi: Salt bir hesap
makinesi! Leibniz’in Newton’un uzay, zaman ve devim anlayışları üzerine yenilenen saldırısı daha başarılı değildir.59
Ve gene de, eğer — Descartes tarafından öğretildiği gibi — sonlu bir evrenin çelişkili olduğu doğruysa, bu durumda Tanrının özdek niceliğini sınırlamaya ne şimdi ne de geçmişte yetenekli olduğu, ve dolayısıyla onu yaratmadığı ve yokedemeyeceği açık değil midir? Gerçekten de,60
Uzay, cisim ve Tanrı arasındaki ilişkiye gelince, Clarke konumunu eksiksiz durulukla yeniden bildirir:61
Tanrının kendisi
onda olan ve onda yaşam, devim ve varlık bulan şeylerin türlülüğü ve değişimi
yoluyla herhangi bir değişime konu olmaz.
Çekimin eleştirisine gelince, Clarke hiç kuşkusuz kendi bakış açısını sürdürür: tansıklar Tanrı tarafından belirli nedenlerle üretilen seyrek ve anlamlı olaylardır; sürekli bir tansık terimlerde bir çelişkidir; ve eğer değilse, o zaman Leibniz’in önceden-saptanmış Uyumu çok daha büyük bir çelişkidir. Dahası — Clarke Leibniz’in bunu anlamamasına oldukça şaşırmıştır — Newtoncu bilimde ya da matematiksel felsefede, çekim (enson fiziksel ya da metafiziksel açıklaması ne olursa olsun) yalnızca bir fenomen olarak, genel bir olgu olarak ve matematiksel bir anlatım olarak görünür. Öyleyse,63
ki açıkça gösterir
Ama hiç kuşkusuz Leibniz’in yerçekimine bu karşı çıkışının arkasında yalnızca bilimin kapsamı içersine bize görgücülük tarafından dayatılan kavranmaz ve açıklanamaz ‘‘olguları’’ alan ‘‘matematiksel’’ felsefenin bakış açısını kabul etmeye karşı bir isteksizlikten çok daha fazlası vardır: Leibniz’in gerçekten hedeflediği şey dünya-düzeneğinin kendine-yeterliğidir, ve vis vivanın sakınımı yasasının onu Kartezyen devimin sakınımı yasasından daha da iyi bir yolda başardığı konusunda çok az kuşku vardır. Newton’un dünyası — yavaşlayan bir saat — erke donatımının Tanrı tarafından sürekli bir yenilenişini gerektirir; Leibniz’inki, eksiksizliğinin kendisi yoluyla, sürekli devimine Tanrının herhangi bir yolda karışmasını dışlar. Böylece Dr. Clarke için boş uzay, sert atomlar ve saltık devim uğruna kavganın Tanrının Efendiliği ve bulunuşu uğruna bir kavgaya dönüşmesi şaşırtıcı değildir, ve Leibniz’e, niçindir ki, diye sorar64
|
BÖLÜM
XI |
alloglossie
allo: yabancı,
başka; glosse, glossie: aldatıcı, yanıltıcı açıklama, yorum |
İDEA YAYINEVİ (C) AZİZ YARDIMLI 2007 (LÜTFEN INTERNETTE İZİNSİZ YAYINLAMAYIN) |